2 Mayıs 2015 Cumartesi

ÇOCUKLUĞUMDAKİ MUMA (GÖLKONAK) KÖYÜ

            Muma bugünkü Gölkonak köyünün doğduğum zamanki adıdır. Önceden Şarkikaraağaç ilçesine bağlı iken, 1990 yılında, o tarihte yeni ilçe olan Yenişarbademli’ye bağlanmıştır. 


Muma (Gölkonak) köyü         

Ulaşım
            Çocukluk ve ilk gençlik yıllarımda, her ne kadar ilçemiz Şarkikaraağaç olsa da, ilişkilerimiz daha çok Beyşehir’leydi. Her iki ilçe de köyümüze aşağı yukarı eşit uzaklıktadır (50 kilometre). Oralara giden kara yolları eskiden çok kötüydü. Zaten yöre halkının elinde motorlu kara taşıt araçları da pek yoktu. O zamanın en iyi ulaşım aracı, pazartesi günleri Kurucaova’nın Bağbaşı İskelesi’nden kalkan, köyümüzün Sülükçe İskelesi’ne uğradıktan sonra Beyşehir’e giden ve ertesi gün dönen motorlu gemiydi. Geminin Beyşehir’e ulaşması iki saati alırdı. Köylülerin günlük yaşamlarında kullandıkları ulaşım araçları ise at, eşek ve öküzlerin çektiği kağnılardı. 1950’li yılların sonları ile 1960’larda bunlara az da olsa traktörler ve kamyonlar da eklendi.

Motorlu gemi
Ayaktaki üç yetişkin soldan sağa: Ali Ünal, Mehmet Keskin, Mehmet Demirtaş



Günlük yaşamda kullanılan başlıca ulaşım araçları kağnı, at ve eşekti. Kanatlar ot, sap gibi şeyler, kıldan yapılan “geri” ise saman taşınacağı zaman kağnıya takılırdı.


            Köyümüzü dış dünyaya bağlayan iki yol daha vardı. Buralardan ancak yaya ya da hayvan sırtında gidilebilirdi. Bunlardan birincisi, Yenişar’ı Anamas Dağı’nı aşarak Yakaafşar, Aksu ve Yılanlı üzerinden Eğridir’e; ikincisi de Kurucaova ve Dumanlı üzerinden Antalya’nın Serik ilçesine bağlayan yoldu.  Rahmetli kayınpederim Süleyman Erdoğan,  Gönen Köy Enstitüsünde okurken  70-80 kilometrelik birinci yolu izleyerek yaya olarak Eğridir’e vardıklarını, orada trene binip Gönen’de indiklerini anlatırdı. Dumanlı üzerinden Serik’e bağlayan ikinci yolu, daha çok, yazın sürüleriyle birlikte Yenişar’a gelip güzün kışı geçirmek için tekrar Serik’e dönen göçebe Yörükler kullanırdı.

Köy Odası
            Çocukluğumda yukarı mahallede iki katlı bir köy odası vardı. Bunun alt katında ahır, üst katında da dışardan gelen misafirlerin kalacağı tek göz bir oda bulunuyordu. Köye gelen ve geceyi köyde geçirecek bir yabancı camiye gidip kendini gösterirdi. İmam cemaatten birine akşam vakti misafir için yemek, eğer hayvanı varsa onun için de ot götürmesini isterdi. Tabi bu keşikleme ile yapılırdı. Bir başka zaman bir başka aile bu işi yapardı. Akşam da misafiri yalnız bırakmamak, aynı zamanda sohbet etmek için köyün bazı erkekleri köy odasına giderlerdi. Motorlu araçların yaygınlaşmasıyla birlikte köye gelen yabancılar geldikleri gün işlerini bitirip geri dönmeye ballayınca köy odasına gerek kalmadı, yıkılıp gitti. Şimdi onun yerinde bir ev var.

Köy Evi
            Eskiden evler şimdiki gibi tuğla ya da briketten değil, kerpiçten yapılırdı. Kerpiç için kırmızı toprak gerekirdi. O nedenle önce kırmızı topraklı bir yer aranır, bulunurdu. Sonra da toprak,  belli bir kıvama gelinceye kadar su ve samanla karıştırılarak çamur haline getirilirdi. Çamur, iki kişi tarafından taşınan, “tezgene” denen,  sedyeye benzeyen gerecin üzerinde taşınarak kalıpların bulunduğu yere götürülür ve orada kalıplara dökülürdü.  Buna “kerpiç kesme” denirdi. Kesilen kerpiçler güneşte kurutulur, daha sonra da evin yapılacağı yere taşınırdı. Kerpiç kesmek için güneşli havalar kollanırdı. Yağmur yağması halinde, yeni kesilen kerpiçler eriyip çamurlaşır, emekler boşa giderdi.


Yukarıdaki resim kerpicin nasıl döküldüğünü gösteriyor. Gerçek bir tezgene resmi bulamadığım için benzerini koydum. Gerçek tezgenin kenarları çamurun dökülmemesi için tahta çakılarak yükseltilir.


            Orman Yönetimi ev yapanlara düşük bedelle tomruk verirdi. Tomruklar getirildikten sonra biçilip lata ya da tahta haline getirilirdi. Bunun için direkler üzerine bir iskele kurulur, tomruk iskelenin üzerine çıkarılıp sabitlenirdi. Biri iskelenin altında diğeri üzerinde duran iki kişinin kullandığı bıçkı ile tomruk biçilirdi. Tomruk çok büyükse önce latalara bölünür, daha sonra bunlar da biçilerek tahta elde edilirdi. Düzgün biçmek için, katrana batırılmış iple, istenen kalınlığa göre, tomruk ya da lata boyunca düz çizgiler oluşturulurdu. Bu işi yapmak için katranlı ip istenen hat boyunca gerilir, ortasından kaldırılıp bırakılmak suretiyle tomruk ya da lata üzerinde iz bırakması sağlanırdı.


Tomruk biçimini gösteren temsilî bir resim

            Tomruğun kenarlarından çıkan bir tarafı tümsek tahtalara kapak tahtası denirdi. Bunlar bahçe ve avlu çevirmek, evlerdeki suvaların (sofa) güney kısımlarını kapatmak için kullanılırdı.
            Evler genellikle ön yüzleri güneye gelecek şekilde yapılırdı. Ev yapmak için önce “binnez” denilen temel kazılır, yerden belli bir yüksekliğe kadar taşla duvar örülür, sonra kerpiçle devam edilerek zemin kat çıkılır, ağaçtan kirişler atıldıktan sonra yine kerpiçle üst katın duvarları örülür, üzerine çatı çatılır, çatının da üzeri kiremitle örtülürdü.
            Kerpiç duvarlar, kerpiç çamuruna benzer bir çamurla sıvanırdı. Çamurla sıvanan duvarların içi kireç çıkmadan önce “çırpı” denen ak toprakla badana edilirken, daha sonra kireçle badana edilmeye başlandı. “Çırpı”nın ya da ak toprağın insan sağlığı için zararlı olan asbest maddesi içerdiği ise yıllar sonra anlaşıldı.
***
            Evin zemin katında genellikle ahır ve samanlık bulunurdu. Samanlık, evin bitişiğinde ya da yakınında ayrı bir yapı da olabilirdi. Üst katta da iki oda bulunurdu. Gündüz odaların her ikisinde oturulsa da bunlardan birine daha fazla özen gösterilerek ağır misafirler burada kabul edilirlerdi. Odalarda ocak da bulunurdu. Yemekler ocaklarda yakılan odun ateşinde pişirilip ısıtılırlardı. Odaların üstündeki çatı boşluğuna “lök” denir, burada yiyecek saklanırdı. Diğer yiyecekler yanında, kavunlar buraya konur; üzüm salkımları, mısır koçanları buraya asılırdı. Odaların önünde ise toprak suva (sofa) uzanırdı. Toprak suvanın bir ucunda ekmek yapılan bir ocak, diğer ucunda tuvalet bulunurdu. Tuvalet, bir yanı dış duvara dayanan,  tersiğin (gübreliğin) ve ahır deliğinin üstüne gelecek biçimde tahtadan yapılmış kulübe gibi bir yapıydı. Toprak suvanın önünde,  onun devamı niteliğinde tahta suva uzanırdı. Tahta suvanın güney tarafı, bu yönden gelen sependen (kuvvetli yağmurdan) korunmak için tahtalarla kapatılırdı. Serpin (tahıl ambarı) genellikle tahta suvanın altında yer alır, içine oradan girilebilirdi.


Doğduğum bu ev zamanında tipik bir köy eviydi.  Şimdi mirasçısı tarafından yıkılmaya terk edilmiş durumda


Tipik köy evinin demirbaşı serpin (tahıl ambarı).  İçine tahıl konulduktan sonra fare ve böcek girmeyecek biçimde ağzı kapatılır.

***
            Evlerin odalarına keçe, kilim; toprak suvaya hasır serilirdi. Gündüz odalarda oturulur, gündelik işler görülür; gece yataklar yüklükten indirilerek yere serilir, yatılır; sabah olunca da bunlar tekrar dürülüp yüklükteki yerlerine konulurlardı. Genellikle aynı cinsten birkaç kardeş aynı yatağı paylaşırlardı. Ana babalar genellikle misafirlerin ağırlandığı odada yatarlardı.
            Çocukluğumda hiçbir evde musluk suyu yoktu. Su kuyulardan testilerle taşınırdı. Evlerde ayrı bir banyo da bulunmazdı. İbriklerde ya da kazanlarda ısıtılan suyla odaya konulan büyük bir leğende ya da ahırda banyo yapılırdı. Elektrik de olmadığından aydınlatmada  “idare” denilen fener ile gaz lambası kullanılırdı.
            Kışın soba ile ısınılırdı. Yakacak olarak sobaya odun konur, çıra ile tutuşturulurdu. Orman Yönetimi, her yıl güzün bir ay süreyle köylülerin ormandaki kuru ağaç gövdelerini ve dallarını kış yakacağı olarak evlerine taşımalarına izin verirdi. Köylüler de gerekli hazırlıkları yapar, sabahları erkenden kalkarak kağnılarıyla ormana gider, beğendikleri odunları yükleyerek akşamın geç saatinde evlerine getirip yıkarlardı. Gereksinimleri olan odunu getirebilmek için üç beş sefer yapmaları gerekirdi. Kendininkinden başka, öküzü eşeği olmayan komşularına odun çekiverenler de olurdu. Getirilen odun avlunun bir kenarına yığılır, gereksinim duyuldukça kırılırdı.
            Evde kullanılan eşyalar işlevseldi. Gereksiz, şatafatlı eşya bulunmazdı. Her evde bir ibrik, bir leğen, yeteri kadar testi,  saklama kabı ve kap kacak bulunurdu.


Keçede oturulur, idare ya da lamba ile aydınlanılır, ibrik ve leğenle el yüz yıkanır, testiden su içilirdi

***
            Yemekler yer sofrasında yenirdi. Herkes ayrı tabaklardan değil, sofranın ortasına konan aynı kaptan yerdi. Sabahları kahvaltı yerine çorba içilirdi. Belli başlı yemek çeşitleri şunlardı:
            Çorbalar: Tarhana (köylü ağzında tahrana) çorbası, un çorbası, doyga çorbası, herse çorbası, ekşili çorba.
            Yemekler: Bulamaç, kabuklu fasulye, kuru fasulye, nohut, patates, patlıcan musakkası, ot kavurması, mıkla, çakma, gölle, arabaşı, topalama, bulgur pilavı.
            Et yemekleri: Kavurma, haşlama et, tavuk, av eti, balık.
            Tatlılar: Un helvası, pekmez, aşure (köylü ağzında aşır), saraylı, incir uyutması, baklava.
            Ekmek çeşitleri: Yufka, dibile kömbesi, şipit, pişi, tapılatma, yüzügüzel.
            İçecekler: Ayran, süt, hoşaf.


Çeşitli ev ve mutfak araçları


Yer sofrası

            Yayla çorbasının yöredeki adı “doyga” çorbasıydı. “Herse” çorbası aşurelik buğday kullanılarak sütle yapılırdı. Ekşili çorba ekşiliğini içine konulan ekşi eriklerden alırdı. Bulamaç, yağda kavrulmuş unun su ile pişirilmesiyle elde edilirdi. “Mıkla”, yumurtalı soğandı. Doğranmış pancar, fasulye ve nohut eklenerek pişirilirse “çakma” olurdu. Gölle yapımında mısır, fasulye ve nohut kullanılırdı. Arabaşı yemeği biraz daha karışıktı. Önce bir siniye hamur dökülür, pişirilirdi. Sonra kuş etleriyle arabaşı çorbası hazırlanırdı. Daha sonra sininin ortası bir tas sığacak biçimde boşaltılır, çorba buraya konur, kaşıkla bir hamurdan bir çorbadan alınarak birlikte yenilirdi. “Topalama”, genellikle Ramazan ayında, dikdörtgen şeklindeki küçük hamur parçalarının yağda kızartılmasıyla yapılırdı.
            Dibile kömbesi şimdiki koşmaya benzerdi. Farklılık pişirmedeydi. Genellikle haşhaş kullanılarak hazırlanan koşma hamurları, ağzı tabanından geniş olan “dibile” denilen bir toprak kabın iç yan kenarlarına yapıştırılırdı. Daha sonra “dibile” ocağa konur, üzeri sacla kapatılır, etrafı ve sacın üzeri kızgın korlarla örtülerek içindekilerin pişmesi beklenirdi. Bu şekilde pişen kömbeler son derece lezzetli olurdu.
            “Şipit”, arpa ya da mısır unundan sacda yapılan bir çeşit ince pideydi. “Tapılatma”; küçük, yuvarlak, kalınca bir mayasız ekmekti. “Yüzügüzel”, mayalı arpa hamurunun sacda özel bir teknikle pişirilmesiyle elde edilirdi.
            Köyde kasap yoktu. Kurbanda hayvan kesenler, etin bir kısmını, daha sonra kullanmak üzere kavururlardı. Yaralanan ya da yeşil yonca yediği için şişen ve kurtarılma umudu kalmayan hayvanlar da kesilir, komşular bunların etini, et yeme gereksiniminden çok, sahibine yardım olsun diye satın alırlardı. O günlerde büyükbaş hayvanını, özellikle öküzünü yitirmek tam bir felaketti. Dövünerek ağlayan hayvan sahiplerini avutmak çok zor olurdu.
            Et gereksinimi daha çok balıkla karşılanırdı.  Sazı göle bağlayan Kumbalık’taki boğazda “civcin” (yavru balık), gölde ise “göğce” ve sazan avlanırdı. Tüfekle keklik, güvercin meke, ördek; sepetle “gırkla” (ardıçkuşu) avlayanlar da vardı. “Gırkla” kışın, kuşların yiyecek bulmakta zorlandığı, yerlerin karla kaplı olduğu zamanlarda avlanırdı. Bunun için özel olarak söğüt dalından örülmüş sepetler kullanılırdı. Bunlar aslında bir çeşit tuzaktı. Sepet kurmak için, genellikle, karların ortasında nispeten açık bir alan seçilir; sepet iki kenarından yere tutturulur;  içine kuşların sevdiği bir yiyecek, özellikle solucan konur; kapağı kuş içeriye girer girmez kapanacak şekilde ayarlanırdı. Ne kadar çok sepet olursa kuş avlama şansı o kadar artardı. Sepetler kurulduktan sonra uzaklaşılır, kuşların hareketleri uzaktan, çaktırmadan izlenirdi. Şayet bir kuş sürüsü sepetlerin bulunduğu yere inip kalkmışsa gidilip sepetlere bakılır, yakalanan kuşlar kesilip torbaya konurdu. “Gırkla” genellikle pilavla birlikte pişirilir ve tadına doyum olmazdı.
            Aşağı yukarı her ailede tavuk da beslenirdi. Zaman zaman, özellikle de ağır bir misafir geldiğinde tavuk kesilirdi. Tavukların yumurtaları ise hem yenilir, hem de bunlarla bakkaldan ufak tefek şeyler satın alınırdı.
            Misafirler en iyi odaya alınır, onlara eldeki en iyi yiyecekler ikram edilirdi. Yemekten sonra evin bir küçüğü sabunla birlikte leğeni misafirin önüne koyar, ibrikle su dökerek elini yüzünü yıkamasına yardımcı olurdu. Kurulanması için de omuzunda taşıdığı peşkiri (havluyu) misafire uzatırdı.
***
            Her evin bir bahçesi vardı. Bahçede bir iki asma ile çeşitli meyve ağaçları bulunurdu. Ancak sulama suyu kıt, ilaçlama da yapılmadığı için üzüm ve meyveler küçük ve hastalıklı olurdu. Su azlığından bahçelerde sebze yetiştirmek zordu. Mezaraltı, Tekeli,  Yaka gibi sulak yerler sebzeye daha elverişliydi.

Köy Okulu
            Köyümüzün İlkokulu 1946’da yapıldı. O zamana kadar köylüler ya hiç okul yüzü görmediler ya da Hamza amcam gibi şanslı olanlar, her gün yaya olarak gide gele Kurucaova’daki İlkokulda okuyabildiler. Okumalarının askerde de yararını gördüler, çavuş oldular. Askerlik bitince de halk onları hep çavuş olarak gördü, onlara seslenirken ya da onları anarken Hamza Çavuş, Hasan Çavuş, Ali Çavuş dedi. Bunda, kim bilir, asker millet olmamızın da etkisi vardır.
            Babam hiç okula gitmemiş olmasına karşın, okumayı yazmayı bilirdi. Bunu okuma yazma kurslarında mı, kendi kendine mi, yoksa askerde mi öğrendi, tam bilmiyorum.
            Okulumuzun ilk öğretmeni Bademli’den Süleyman Erdoğan’dı. Gönen Köy Enstitüsünü bitirip gelmişti. İkinci sınıfın ortasına kadar benim de öğretmenim oldu. Çok sonraları da kayınpederim olacaktı. Süleyman Öğretmen gittikten sonra yerine Hulki Cevher geldi. Anımsadığım kadarıyla, bizim köy onun ilk değil, ikinci görev yeriydi.  İlkokulu bitirinceye kadar da onda okudum. Her iki öğretmen, aynı yaşta ve benden üç yaş büyük olan Mustafa abim ile Hüseyin amcamı da okuttu. Onlarla benim aramda iki sınıf fark vardı. O yıllarda defter, silgi, kalem çok değerliydi. Babam genellikle silgi ve kurşun kalemi ortalarından ikiye böler, bir yarılarını bana, diğer yarılarını abime verirdi.
            Burada amcamla ilgili bir anım aklıma geldi. Bir gün köyde, “Önümüzdeki hafta Beyşehir pazarında her şey bedava olacakmış!” diye bir yalan ortaya atılmış. Çocukluk bu ya, amcam da buna inanmış. İzleyen pazartesi, yaşıtı ve sınıf arkadaşı Dübürük Durmuş’u da yanına alarak Sülükçe İskelesi’ne inmiş. Birlikte gizlice gemiye binmişler. Yarı yolda bunları fark etmişler, fakat iş işten geçmiş. Beyşehir’e varmışlar. Aç susuz pazarın kurulacağı ertesi günü beklemeye başlamışlar. Geceyi de göl kenarında, söğüt ağaçlarının altında geçirmişler. Allahtan havalar iyiymiş! Ertesi gün kalkıp doğruca pazaryerine gitmişler. Amcam ilk rastladığı karpuz yığınına yanaşarak kucağına kocaman bir karpuz almış, tam uzaklaşacağı sırada satıcı: “Nereye öyle? Parasını vermeden…” diye uyarmış. Amcam, ”Bedava değil miydi? diye hık mık etmiş, fakat satıcı: “Ne bedavası? Sen adamla dalga mı geçiyorsun?” diyerek karpuzu bıraktırtmış ve amcamları kovalamış. Onlar da yine aç susuz, o gün öğleden sonra gemiye binip geri dönmüşler. Bugün gibi anımsarım: Ertesi gün okula geldiklerinde Süleyman öğretmen amcamla Dübürük’ü tahtaya kaldırdı. İki gün okula neden gelmediklerini sordu. Zaten neden gelmediklerini biliyordu da, bir de kendilerinden dinlemek istiyordu. Onlarsa korkudan başları önde, titreyerek kem küm ettiler, ama dayak yemekten kurtulamadılar. Öğretmen beş sınıfın öğrencileri önünde onları bir güzel dövdü.
            O yıllarda öğretmen, sadece çocukların değil, yetişkinlerin de öğretmeniydi. Her konuda onlara rehberlik eder, yol yordam öğretirdi. Muhtarın en yakın çalışma arkadaşı, danışmanı ve kâtibiydi. Bu nedenle, öğretmen el üstünde tutulur, ona karşı saygıda kusur edilmezdi. Herkes ona güvenir, çocuğunu teslim ederken, “Hocam, eti senin, kemiği benim,” derdi. Bu, “Ne yaparsan yap, ama onu iyi, kendine ve çevresine yararlı bir adam et!” anlamına gelirdi.
            Her şeye rağmen köylü ile öğretmen arasında anlayış ve davranış farklılıkları da olabiliyordu. Köylü başından poşuyu çıkarıp şapka giymeden önce kararsızlık geçirdi mi, bilmiyorum. Ancak, şapkayı bir defa başına geçirdikten sonra onu sevdiğini ve bir daha onu başından çıkarmak istemediğini biliyorum. Hatta şapkasını çıkaranları, başı açık gezenleri yadırgadığını da biliyorum. Nerden biliyorsun derseniz,  köyümüzün ilk öğretmeni, rahmetli kayınpederim Süleyman Erdoğan’ın başına gelenden, derim. O köye gediğinde başı açıkmış, bir süre daha böyle dolaşmış; ta ki, köylünün seçtiği biri gelip onu uyarana kadar. Onun köyde başı açık dolaşmasını yadırgayanlar, köyün önde gelenlerinden Salih Çavuş’a gidip, “Sen bir rica et de, öğretmen köyde başı açık dolaşmasın, şapka giysin,” demişler. Salih çavuş da Süleyman öğretmene gidip köylünün isteğini iletmiş. Süleyman öğretmen de köylüyle sürtüşmeye girmemek için o günden sonra şapka giymeye başlamış. Ancak, bir zaman sonra Salih Çavuş’un bir oğlu İvriz Öğretmen Okuluna girmiş, köye geldiğinde başı açık gezmeye başlamış. Zamanla ona başkaları eklenince, köylüler de alışmış başı açığa.
            Okulun; öğretmenin kalacağı bir lojmanı, beş sınıfın bir arada ders gördüğü bir dersliği, bir de işliği vardı. Öğretmen için beş sınıfı birden okutmak zor işti. Yetişemediği zaman, beşinci sınıftaki iyi öğrencileri alt sınıflara öğretmen yapardı. Bazen de İstiklal Savaşı gazisi Mehmet Çavuş’u okula çağırır, biz öğrencilere savaş anılarını anlatmasını isterdi. Mehmet Çavuş da heyecanla, bazen gözleri yaşararak, bazen gerçekten ağlayarak anılarını anlatır; biz de dikkatle, saygıyla ve hayranlıkla onu dinlerdik.
            Kışın sınıfta soba yakılırdı. Her öğrenci okula gelirken odun getirirdi. Ders aralarında ısınmak için sobanın etrafında yığılmalar olurdu.
            O yıllarda fakirlik vardı. Çok çocuk yazın yalınayak gezerdi. Yalınayak gezmekten ayakları nasır bağlar, yara bere içinde kalır, hatta mikrop kapıp çıban olurdu. Bu çıbana biz “karabağarcık” derdik. Tıptaki adı nedir, bilmiyorum. Ayaklara diken, kazık gibi şeyler de batar, bunları çıkarmak için uğraşılırdı. Bazen bir parça, kırık diş gibi, içerde kalırdı.
            Benim ve abimin durumu başkalarına bakınca biraz daha iyiydi. Yazın çorap giymesek de ayakkabımız olurdu. Kışın çorabımız da olurdu. Anam bunları koyunlarımızın yününden kendi eliyle örerdi. Ancak herkes bizim kadar şanslı değildi. Bir kış günü bir öğrencinin okula, bırakın çorabı, ayakkabısız geldiğini hala unutamam.


Benim okuduğum okul binası sonradan yıkılarak yerine resimdeki yeni bina yapılmıştır, ancak şu anda boştur. Köyün az sayıdaki öğrencisi okumak için taşımalı sistemle her gün Yenişarbademli’ye gidip gelmektedir.

            Okulun işliğinde, anımsayabildiğim kadarıyla, örs, çekiç gibi demircilik gereçleri ile dokuma gereçleri vardı. O zamanlar Köy Enstitülerinde okuyanlara köylerde geçerli olabilecek bir iki de meslek öğretilirmiş. Okulu bitirenlerden gittikleri yerlerde bunları halka öğretmeleri istenirmiş. Bizim işlikteki gereçler de o amaçla gönderilmiş olmalıydı. Ama ben, bunların kullanıldığını hiç görmedim. Sonradan başlarına ne geldiğini de bilmiyorum.
            Okulda en çok sevdiğim etkinliklerden biri, bahar aylarındaki kır gezileriydi. Kır gezisine gitmeden bir ya da birkaç gün önce öğretmenimiz nereye gideceğimizi söyler, hazırlıklı gelmemizi isterdi. Analarımız azığımıza ellerinde bulunan en güzel yiyecekleri koyarlardı. Gezide öğleye kadar oynar, hoplar, zıplar, koşar; öğle olunca gruplaşır, azıklarımızı beraberce yerdik. Daha sonra oynamaya yine devam ederdik.
            En çok sevdiğim etkinliklerden bir diğeri de 23 Nisan Çocuk Bayramı kutlamalarıydı. Bayram hazırlıklarına birkaç gün önceden başlardık. Kırlara ve çayırlara gidip bahar çiçekleri toplardık. Bunlarla okulumuzu bir güzel süslerdik. Okulumuz rengarenk olurdu. Bayram günü sıra halinde köyü dolaşır, okula gelir, ana babalarımızın önünde kahramanlık şiirleri okurduk.

Bayramlar
            Her bayram arifesinde kabir ziyareti olurdu. Arife günü, öğle vakti, camiye düzenli olarak gitmeyen erkekler bile camiye gider, öğle namazı kılarlardı. Öğle namazından sonra Hoca eşliğinde mezarlığa gidilirdi. Buna, “kabir üstüne gitmek” denirdi. Mezarlığa varınca, Hoca kuran okur, toplu olarak dua edilirdi. Daha sonra, herkes kendi yakınlarının mezarlarına gider, mezarların başında çömelir,  ellerini açıp havaya kaldırarak dua ederdi. İsteyen, gerekirse para vererek, Hoca’ya ya da bilen birine yakınları için mezarları başında Kuran okuttururdu. Görevini tamamlayanlar mezarlıktan ayrılır, işlerine güçlerine bakarlardı.
            Bu gelenek hala sürdürülmektedir.
            Çocukluğumda bayramlar bir başka olurdu. Bayram günü erken kalkılır, bayram namazına gidilirdi. Biz çocuklar genellikle camiye varır varmaz içeri girmez, ezanı bekler, tam namaz başlayacağı zaman içeri girer, arkalarda bir yerde yerimizi alırdık. Hocaya kulak vererek, daha çok da önümüzdekine, yanımızdakine göz ucuyla bakarak ve onlar gibi yaparak namazımızı kılardık. Arka sıralarda genellikle çocuklar olduğu için, buralarda hafiften itişip kakışmalar, kıkırdaşmalar da olurdu; ancak yetişkinler genellikle böyle şeyleri anlayışla karşılarlardı.


Cami avlusunda bayramlaşma

            Namaz bitince caminin avlusuna çıkılır, bayramlaşılırdı. Dışarıda, caminin giriş kapısına yakın bir yerde Hoca (İmam) yerini alırdı. Köyün en yaşlısı Hoca’nın bayramını kutladıktan sonra onun solunda dururdu. Köyün ikinci en yaşlısı her ikisinin de bayramını kutlar ve en yaşlının soluna geçer beklerdi. En küçük çocuk da herkesin bayramını tek tek kutlayıp bitirinceye kadar bu böyle sürerdi. Herkes kimden küçük, kimden büyük olduğunu bildiği için de bayramlaşmada herhangi bir kargaşa olmazdı.
            Bayramlaşmadan sonra, caminin ya da köyün ivedi gereksinimlerini karşılamak için yardım toplanırdı. Bunun için cami avlusuna bir mendil serilirdi. Kimse yardım yapmaya zorlanmaz, isteyen istediği miktardaki parayı mendile bırakırdı.
            Bakkal Sadık, her bayramın birinci günü, bayram namazından sonra, Aşağı Mahalle’deki dükkânının önünde lokum dağıtırdı. Sanki bu gelenek haline gelmiş bir şeydi. Bütün köylüler bunu bilirlerdi. Bu nedenle,  hiçbir duyuru olmadan, bayram namazından çıkan insanların birçoğu, özellikle de çocuklar, dağıtılan lokumlardan almak için bakkal dükkânının önüne giderlerdi.
            Bayramlarda çocuklar için eğlenceli bir etkinlik de pişi toplamaktı. Bunun için ağaçtan, ucu sivri, kılıca benzer bir şey yaparlar; grup halinde ev ev dolaşıp pişi toplarlar, topladıkları pişileri yaptıkları kılıç şeklindeki şeye geçirirlerdi. Çocuklar daha çok pişi toplamak için birbirleriyle yarışırlardı. Pişi toplarken, “Pişi pişi ebenin gedik dişi” gibi şimdi tamamını anımsayamadığım tekerlemeler de söylerlerdi.
            Köyümüzde bayram üç gün kutlanırdı. Bayramın birinci günü Aşağı Mahalle’de, ikinci günü Orta Mahalle’de, üçüncü günü de Yukarı Mahalle’de kutlama yapılırdı. Her mahallede bir ya da iki bayram evi belirlenir; köy halkı, hatta o sırada köyde bulunan yabancı misafirler oralara gider; kurulan sofralara oturup mahalle sakinlerinin hazırlayıp getirdikleri bayram yemeklerini yerlerdi.
            Zamanla bayram evlerine gidip yemek yiyenlerin sayısı azaldı. Bu nedenle, bayram evlerindeki yemekli kutlamalar önce bir güne indirildi, bir süre sonra da ilgisizlikten tamamen kaldırıldı. Şimdi, tıpkı kentlerde olduğu gibi, bizim köylüler de bayramı kendi evlerinde kutluyorlar. Ancak camideki bayramlaşma hala devam ediyor.

Düğün
            Kız isteme, söz kesme ve nişandan sonra sıra düğüne gelirdi. Düğünler genelde harmandan sonra, güzün yapılırdı. Düğün gününden önce şehire izinname almaya ve  ”urba görme”ye gidilirdi. Kıza ve oğlana düğünde giyecekleri elbiselerin alınmasına “urba görme” denirdi.  Bu vesileyle kız ve oğlanın yakınlarına da çeşitli kıyafetler ve elbiselik kumaşlar alınırdı. Düğün gününe bir hafta kala “okuntu” gönderilerek eş dost düğüne davet edilirdi. Okuntu mendil, havlu, yazma, çorap, kumaş gibi şeyler olurdu. Okuntu gönderilmeksizin davet edilmek istenenlerin kapılarına da çırpı ya da varsa tebeşirle çarpı işareti konurdu.
            Üç gün sürecek olan düğün cuma günü ikindi vakti silah atılarak oğlan evine bayrak dikmekle başlardı.  Daha sonra çalgıcılar davul,  zurna, saz ve darbuka çalarak türkü ve şarkı söyler,  gençler oynarlardı.
            Cumartesi günü de çalgıcılar köyün çeşitli yerlerinde, özellikle kahvelerde çalgı çalmaya, gençler de oynamaya devam ederlerdi.  Akşam olunca kız evinde  "Kına Gecesi" yapılırdı. Kına gecesinde kadınlar kendi aralarında eğlenirler, türküler söyleyerek kıza ve arkadaşlarına kına yakarlardı. Gelin kız, kına yakma töreninde söylenen yanık türkülerin de etkisiyle örtünün altında ağlamaktan kendini alamazdı. Aynı akşam, oğlan evinde, ertesi gün verilecek düğün yemeğinin hazırlanmasına başlanır, gerekirse bütün gece bu iş devam ederdi.  Yardım edeni çok olmakla birlikte yemek pişirme işini bu işlerde deneyim sahibi, becerikli bir kadın yönetirdi. Tabi ona emeğinin karşılığı verilirdi.
            Pazar günü en önemli gündü.  O gün bütün davetliler gelmiş olurdu. Öğleye doğru Harman’a “öngül”e gidilirdi. Kendine güvenen avcılar tüfekleriyle belli uzaklıktaki bir taşın üzerine dikilen yumurtayı vurmayı denerlerdi. Yumurtayı vuran olursa yerine yeniden yenisi dikilir ve bu böyle bir süre devam ederdi. Yumurtayı vurmayı başaranlara havlu hediye edilirdi. Onlar da havluyu tüfeklerinin namlusuna bağlayarak ortalıkta gezinir, caka satarlardı.
            Öngülden sonra yemek yenir ve daha sonra da çalgıcıların eşliğinde topluca kız evine gelin almaya gidilirdi. O anlar heyecanın doruğa çıktığı anlardı. Kız evinde telaş, sevinç, üzüntü hepsi bir arada yaşanırdı. Sonunda başında kırmızı duvağı, belinde yine kırmızı kuşağıyla merdivenlerde gelin görünürdü. Babası gelini kolundan tutarak yolda hazır bekleyen etrafı geri ile kapatılmış kağnıya kadar götürürdü. Kız kağnıya binmeden önce babasının elini öperek vedalaşırdı. O anda kız evinden çok kişinin ağlaştıkları duyulurdu.
            Düğün alayı oğlan evinin önüne geldiğinde çalgılar susar, herkes kıbleye dönerek hoca refakatında dua ederdi.  Ayrıca gelin içeri girmeden önce içinde şeker ve bozuk para bulunan bir testi kırılırdı. Böyle yapılırsa gelinin eve bolluk ve bereket getireceğine inanılırdı. Para ve şekerleri de çocuklar kapardı.
            O yıllarda çocuklar, ana, baba, ebe, dede, üç kuşak bir arada yaşardı. O nedenle gelin genelde ilk önce kaynana, kaynata evine giderdi. Kendi gitmeden hemen önce eşyaları oğlan evine gönderilir, orada bir oda bunlarla döşenirdi. Gelin, oğlan evine geldiğinde, “gelin odası” denen bu odaya girerdi. İlerde, gerekirse ve koşullar elverirse yeni evlilere ayrı bir yuva kurulurdu.

Çocuk Oyunları
            Çocukluğumuzda şimdiki gibi hazır oyuncaklar yoktu. Oyuncaklarımızı kendimiz yapardık. Hayvan kılından top, ağaç dalından ya da kamıştan düdük, küçük sandıklardan araba, dallardan ok ve yay yapardık. Aşık atar, bilye oynar, buz üzerinde ya da pürüzsüz bir zeminde fitçe (topaç) çevirirdik. Harman yerindeki ekin yığınları arasında saklambaç oynamaktan çok hoşlanırdık. Ayrıca tektirme, somanak, düllek, kale gibi yöremize özgü oyunlarımız da vardı. Bunları kısaca açıklayayım:
            Tektirme oyunu: Yaklaşık 1 metre uzunluğunda, ince, esnek bir dal parçası ile oynanır. Dal parçasının orta yerinden tutulup bir ucu yere vurulmak suretiyle ileriye doğru sektirilir. Çubuğu kim en uzağa sektirebilirse o kazanmış sayılır.
            Somanak oyunu: Ucu sivriltilmiş 50 santimetre civarında somanak denilen kazıklarla oynanan bir oyundur. Toprağın nispeten yumuşak olduğu yerlerde iki kişi arasında oynanır. Oyunculardan biri kazığı yukarı kaldırır, toprağa derin bir biçimde saplamak için var gücüyle yere doğru fırlatır. Diğer oyuncunun yapacağı iş, kendi somanağını rakibinin yere çaktığı somanağı söküp düşürecek şekilde yere saplamaktır. Bunu başarabildiği takdirde rakibinin somanağını almaya hak kazanır. Bazı yetenekli oyuncular, karşısındakinin bütün somanaklarını alıp onu eli boş evine gönderebilirler.
            Düllek oyunu: 1 metre civarında bir değnek ve düllek denen bir karış boyunda, başparmak kalınlığında, iki ucu birbirine zıt yönde kaval ucu gibi şevli kesilmiş bir dal parçasıyla oynanır.  Şevli uçlardan birine değnekle vurularak dülleğin havaya kalkması ve havadayken de ortasına vurulmak suretiyle olabildiğince uzağa düşmesi sağlanır. Dülleği kim daha uzağa düşürürse o kazanır.
            Kale oyunu: Bir taşın üzerine dikilmiş nispeten daha küçük bir taşın, oyuncuların belirleyeceği bir uzaklıktan taş atmak suretiyle düşürülmesinden ibarettir. Taşı ilk düşüren kazanır.

Sağlık
            Çocukluğumda, bırakın bizim köyü, altı köyün bulunduğu koskoca Yenişar yöresinde ne bir doktor ne bir hemşire ne de bir ebe vardı. Sadece, sanırım yılda bir, ilçeden Sıtma Savaş Ekibi gelir, sivrisineklerin üreyebileceği yerleri ilaçlayıp giderdi. Bir de yine ilçeden gelen sağlıkçılar tarafından toplu çiçek ve kızamık aşıları yapılırdı. Diğer sağlık konularında ise köylüler sanki kaderlerine terk edilmiş gibiydiler.
            O yıllarda modern doğum kontrol yöntemleri bilinmediği için istenmeyen gebelikler çok oluyor, bu tür gebelikleri ilkel yöntemlerle sonlandırmaya çalışan kadınlar bazen aşırı kanamadan yaşamlarını yitirebiliyorlardı. Doğumlar da ehil olmayan kişiler tarafından sağlıksız koşullarda yaptırıldığı için bazen bebek, bazen anne, bazen de her ikisi birden ölebiliyorlardı. Hatta tarlada çalışırken sancılanıp oracıkta doğuran kadınlar bile oluyordu. Celil’in karısı Nesli (Neslihan) de oğlu Ali’yi Göynük’te işteyken doğurmuş, bundan dolayı Ali’nin adı “Göynük Ali’si”ne çıkmıştı.
            Köyün dişçisi, bu konuda hiçbir ehliyeti olmayan ve asıl işi çiftçilik olan Hüseyin Oktay’dı. Çeşitli ilkel yöntemlerle diş ağrısını durduramayan insanların dişlerini kanırta kanırta ve bağırta bağırta kerpetenle çekerdi.
            Sünnetçi ise berber Hilmi’ydi.  Berber Hilmi Şarkikaraağaç’ta otururdu. İlçe’nin diğer köyleri gibi bizim köyü de, sünnet çağına gelmiş çocukları topluca sünnet etmek için, birkaç yılda bir ziyaret ederdi. Sünnet günü, yetişkinler, sünnet olacak çocukları çiş yaptırır gibi kucaklarına alarak açık havada yan yana dizilirler, berber Hilmi de sırasıyla operasyonu gerçekleştirirdi. Bu arada ağlayan, kaçmaya çalışan çocuklar olur, bunlar çeşitli vaatlerde bulunularak ya da şeker verilerek avutulmaya çalışılırlardı. Ben, üç yaş daha küçük olmama karşın, Hüseyin amcam ve Mustafa abimle birlikte sünnet edilmiştim. O zaman kaç yaşında olduğumu bilmiyorum. Ancak henüz okula gitmiyordum. Mevsim de yaz olmalıydı, zira yaralı pipimizin tahriş olmaması için entarimizin eteğini kaldırarak ortalıkta dolaşırken etrafımızda sinekler uçuşuyordu.
            Kırık çıkık işlerine, kendi koyun sürüsünün çobanlığını yapan Azmi dayı bakardı. Kırığı çıkığı olanlar ona sardırırlardı. Bazen de bu iş için Bademli’de oturan Abban’a gidenler olurdu. Abban aynı zamanda bel ağrılarına da bakardı. Onun iyi bel çektiğini söylerlerdi.
            O devirde doktora ulaşmak, ilaç bulmak zordu. İnsanlar dertlerine muskayla, okuyup üflemekle, atadan kalma yöntemlerle derman arıyorlardı. Yüz küsur köyü olan koskoca Beyşehir ilçesinde iki doktor ve bir eczane vardı. Babam oradan asprin, gripin, zatürre hapı, ağrı kesici, penisilin iğnesi gibi şeyler getirip dükkânında satardı. Bunların reçetesiz olarak satılması belki o zaman da yasaktı, ama başka çare de yoktu. Babam, iki amcasının genç yaşlarında titreye titreye zatürreden öldüklerini, şayet o zamanlar zatürre hapına erişilebilseydi bu ölümlerin olmayabileceğini, köye zatürre hapının girmesiyle bir çok insan canının kurtulduğunu söylerdi. 
            Çocukluğumun ilk yıllarında köyümüzde iğne yapan biri de yoktu. Zaten iğne yaptırmak gibi bir adet de bulunmuyordu. Sonraları, Kurucaova’da oturan ve askerliğini sıhhiye sınıfında yapmış olan Mehmet çavuş zaman zaman ya da davet üzerine bizim köye gelip iğne yapmaya başladı. Zamanla bizim köyden de iğne yapanlar çıktı. Bunların en başta geleni Mehmet Ali öğretmendi. Ne var ki, bazen ehliyetsiz kişilerce yapılan iğne yüzünden sakat kalanlar da oluyordu. Örneğin, Hamza dayı (Alkan) Mehmet Ali öğretmenden kendisine bir iğne yapmasını istemiş, Mehmet Ali öğretmen o iğneyi yapamayacağını, bunun risk içerdiğini, uzman birine yaptırmasının daha doğru olacağını söylemiş, ancak Hamza dayı çok ısrar edince o da iğneyi yapmak zorunda kalmıştı. Ne yazık ki, bu iğne yüzünden Hamza dayı topal oldu ve ölünceye kadar da öyle kaldı. Ancak biraz da kusur kendinde olduğundan davacı olmadı.
            Sağlık konusunu bitirmeden önce biraz da babaannemin annesi olan Zehra ebemden söz etmek istiyorum. Zehra ebem iyi huylu bir ihtiyar kadındı. Elinden her iş gelirdi. Ben ve eşim dâhil köydeki birçok çocuğu o doğurtmuştu. 1968 yılında ölmeden önce köyün en yaşlısıydı. Biz onun yüz yaşında falan olduğunu sanırdık, ancak sonradan öğrendim ki öldüğünde seksen dört yaşındaydı. Beli iki büklüm olmuş, gözleri ise uzun zamandır görmüyordu. Muhtemelen kataraktı. Basit bir ameliyatla gözleri açılabilirdi. Ne var ki, o günlerdeki olanaksızlıklar yüzünden bu kimsenin aklına bile gelmedi ve Zehra ebem ölmeden çok önce karanlığa gömüldü. Bununla birlikte, o halinden hiç şikâyet etmedi; iyimserliğini ve dinginliğini hiç yitirmedi.

Giyim Kuşam
            Aileler sadece yiyecek ve içeceklerini üretmekle kalmaz, giyeceklerini de kendileri dikerler ve örerlerdi. Kadınlar, Amerikan bezinden herkes için don ve şimdiki atlet yerine geçen  “iç gömlek”;  kara dimiden ( Amerikan bezinin siyahı) çocuklar için pantolon ve önlük; kadife, divitin ve pazenden kendileri için entari dikerlerdi. Koyun ve kuzularının yününden “”tengerek” denilen iğlerle ip eğirip bununla çalpana (kadınların peştamalları üzerine doladıkları bir tür kemer), çorap, takke, kazak vb. örerlerdi. Becerikli kimi kadınlar başkaları için de dikiş dikerlerdi, fakat işi sırf kadın terziliği olan kimse yoktu. Yörede bulunan az sayıdaki terzi ise sadece erkekler için elbise dikerdi. Yine de çok kişi bunları yeğlemez, ikinci el ceket ya da takım satın alırdı. Elde dikilmiş pantolon ve gömlek giyen yetişkin de çoktu. Eskiyen elbiseleri yamamak, yıpranan kazakları ve delinen çorapları gözemek yaygındı.
            Erkekler önceleri “gön”, yani deriden yapılmış çarık giyerlerdi. “Gön” çarık, kuruyunca ayakları vurup acıttığından, sık sık suda bekletilerek yumuşatılırdı. Zamanla lastik çarıklar, daha sonra da lastik ayakkabılar bunların yerini aldı. Bir süre sonra da kadın ve çocukların yeğledikleri renkli naylon ayakkabılar çıktı.
            Baş giysisi olarak da erkekler genellikle şapka giyer, kadınlar başörtüsü takarlardı.


Zamanla lastik ve naylon ayakkabılar gön çarığın yerini aldı

El Sanatları
            Köylüler kullandıkları birçok şeyi de kendileri yaparlardı. Anam özel olarak yapılmış bir tezgâhta sazdan hasır dokurdu. Ebem yine bir tezgâhta kıl ve yün iplerden kilim ve golf pantolona benzeyen şalvar yapımında kullanılan kalın bir kumaş dokurdu. Dokunan kumaş, dikilmeden önce bu iş için özel olarak yapılmış bir oluğa konur, üzerine sıcak su dökülerek “depki” denen, iki ucundaki saplarından birer kişinin tuttuğu alt kısmı kertikli bir kalasla tepilirdi. Tepme işlemi, kalasın, aşağıya indirilirken ileriye doğru itilip, kaldırılırken geriye doğru çekilmesi suretiyle yapılırdı. Buna “şalvar tepme” denirdi.
            Çocukluğumda köyde kendir de ekilirdi. Biçilen kendir sapları önce güneşte sarartılır, sonra suya bastırılarak bir süre bekletilir, daha sonra da lifleri soyulurdu. Soyulan lifler tokmakla dövülür, taraktan geçirilir, eğrilerek kalın ip haline getirilirdi. İstenen kalınlığa göre değişik sayıdaki ip bir araya getirilerek bükülür, böylece sicim ya da urgan yapılmış olurdu. Köyümüzde bu işin ustası Halil Ağa’ydı. Onu zaman zaman evinin önündeki sokakta urgan bükerken görürdük.
            1960’lı yılların sonlarında köyümüze halıcılık da girdi. Kadir adında bir yabancı köye geldi ve burada halıcılık yapmak istediğini söyledi. Ancak köyde o zamana kadar ne bu işi yapan ne de halı dokumasını bilen biri vardı. Kadir Usta bunun önemli olmadığını, kendisine kalabileceği bir oda ile halı atölyesine çevirebileceği bir yer sağlandığı takdirde gerisini kendisinin halledebileceğini bildirdi. Babam da bu işin köy için hayırlı olacağını düşünerek nispeten düşük bir bedel karşılığında evin bir odası ile alt kattaki ardiyeyi Kadir ustaya kiraladı. Böylece köyümüzde halıcılık başlamış oldu.


Köylüler kilim, hasır gibi kullandıkları birçok şeyi de kendileri yaparlardı

            Halı atölyesinin açılışından kısa bir süre sonra birçok köylü kızı ve kadını halı dokumayı öğrendi. Ayrıca bu iş atölyedeki tezgâhlarla sınırlı kalmadı. Birçok aile kendi evine tezgâh kurdurdu. Hatta zamanla köyümüzden de birkaç halı patronu ortaya çıktı. Böylece uzun yıllar kadınlar kazandıkları paralarla aile bütçesine destek oldular, kızlar çeyizlerini düzdüler. Ancak makine halılarının yaygınlaşmasıyla işler bozuldu. Dokuma halılar makine halılarıyla rekabet edemedi. Atölyeler kapandı ve evlerdeki tezgâhlar söküldü.

Tarım
            Köye hiçbir makinanın girmediği çocukluk yıllarımı anımsarım. O yıllarda, üretimde insan, hayvan ve doğa güçlerinden yararlanılırdı. Tarlalar, saban ya da pullukla sürülür; arpa, buğday, yulaf vb. elle ekilir, orak ya da kosa (tırpan) ile biçilir; saplar harman yerine kağnılarla taşınır, düvenle dövülür; rüzgârlı havada yabalarla savrularak taneler samandan ayrılır; tahıl ve saman kağnılarla ambarlara ve samanlıklara taşınır; buğday su değirmenlerinde öğütülüp un haline getirilir; hamur elle yoğurulur; ekmek ocak ve tandırlarda pişirilirdi.


Tarlalar saban ya da pullukla sürülür, orak ya da kosa ile biçilirdi


Sap kağnıyla taşınır, düvenle dövülür, harman yabayla savrulurdu. Sapı kağnıya yüklemek için azanat, samanı “geri”ye ya da samanlığa atmak için atkı kullanılırdı. 

            Üretimde yapay gübre kullanılmazdı. Evde beslenen hayvanların tersleri (dışkıları), “tersik” denen bir yerde toplanırdı. Genellikle evlerin altında olan ahırların havalandırma delikleri dışarıda bulunan tersiğe açılır, ahırdaki hayvan pislikleri kürekle bu delikten tersiğe atılırdı. Buna, “ters atma” denirdi. Tersikte biriken gübre yılda bir kez, genellikle güz mevsiminde selelerle tarlalara götürülür, öbek öbek dökülürdü. Buna da “ters çekme” denirdi. Daha sonra öbek halindeki tersler tarlaya yayılır, bir süre sonra da sürülüp toprağa karıştırılırdı. Hayvanların gezindiği harman yerlerinden ve çayırlardan tezek toplayıp tarlasına götürenler de olurdu.


Güzün selelerle tarlalara ters (hayvan gübresi) çekilirdi

            Üretimde kimyasal ilaç hiç kullanılmazdı. Ekinlerin içindeki otlar elle yolunur, sebze ve meyve bahçelerinin otları ise çapalanarak yok edilirdi. Kuşlar korkuluklarla, iplere asılmış çıngıraklarla ürkütülürdü. Ürünleri sadece hayvanlardan korumak yetmezdi, insanlardan da korumak gerekirdi. Bu amaçla bağlarda, bahçelerde direkler üzerine tahtadan küçük kulübeler yapılır, gündüzleri oralarda beklenir, geceleri de yatılırdı. Yatılmasa bile dışarıya karşı yatıldığı izlenimi verilirdi. Kimi hastalık ve zararlılara karşı ise o günün koşullarında yapılacak bir şey yoktu. Bu yüzden elmalar, armutlar kurtlu ve lekeli; üzümler basıralı (küllemeli), tahıllar paslı olabilirdi.


Direkler üzerine tahtadan yapılan kulübelerde bağ ve bahçeler beklenirdi. Elbette o zamanlar uydu televizyon yoktu.

            Şimdiki gibi arpa, buğday tohumlukları dışarıdan satın alınmaz, hasadı yapılan ürünün bir kısmı tohumluk olarak ayrılırdı. Nitelikli kavun, karpuz, kabak ve hıyarların çekirdekleri çıkarılır, bunlar tohumluk olarak kullanılırdı. Soğan, sarımsak, marul gibi sebzelerden bir kısmı da hasat edilmez, tohuma bırakılırdı.
            Görüldüğü gibi, üretim için neredeyse dışardan bir şey satın almak gerekmezdi. Çiftçi, genellikle, gübreyi hayvanlarından elde eder, tohumluğunu kendi ürününden ayırır, tarlasını kendi eker biçerdi. Cebinden pek para çıkmazdı, ama o koşullarda üretmek zor işti. Ailede herkesin sabahtan akşama kadar çalışması gerekirdi. Elde edilen de çekilen zahmete göre fazla sayılmazdı. Makine olmadığı için işgücünün verimliliği düşüktü. Elde edilen ürün belki sağlıklıydı, ancak bir çok bakımdan nitelikli değildi. Üretmek zor, üretilen yetersiz ve niteliksiz olunca da, çiftçinin tam olarak yaşamından hoşnut olması beklenemezdi. Dert çok, derman azdı.

Hayvancılık
            Köyümüzdeki hayvancılık, bugün olduğu gibi o yıllarda da zayıftı. Belki hayvanı olmayan da varmıştır; ama olanın, ancak bir iki sığırı, beş on koyunu vardı. Köylüler hayvanlarını bir araya getirerek sürü oluştururlar, sürünün başına da bir çoban tutarlardı. Sadece Azmi Dayı tek başına bir sürü oluşturabilecek kadar koyuna sahipti, sürüsünün çobanlığını da kendisi yapardı.
            Köyün bir tek sığır sürüsü vardı. Her hanenin ancak bir iki ineği, bir çift öküzü bulunduğu, öküz ve boğalar da istenmeyen gebeliklerin önlenmesi için sürüye katılmadıkları için bir tek sürü ancak oluşurdu. Bu sürü için de bir çoban tutulurdu. Çobanın emeğinin karşılığı, sığır sayısına göre, yılda bir defa, o da harman sonu, ya para ya da köylünün ürettiği bir şey, genellikle de buğday olarak ödenirdi.
            Köylüler, sığırlarını her sabah Sığır Harmanı’nda çobana teslim ederlerdi. Çobana teslim etmek üzere sığırları Sığır Harmanı’na götürmek, “sığır sürümeye gitmek” olarak ifade edilirdi. Çoban sürüyü gen (sürülmemiş) yerlerde, hasadı yapılmış tarlalarda ve Çayır’da otlatır, öğle vakti sıcak çöktüğünde Dörtsöğüt’e götürüp sular, bir iki saat göl kıyısında yatırdıktan sonra Çayır’da tekrar otlatır, akşama doğru da köye getirip salıverirdi. Salınan hayvanlar hiç kimsenin yol göstermesine gerek kalmadan evlerini bulurlardı.
            Koyun sürüsü ise birkaç taneydi. Sığır sürüsünden farklı olarak bunlar için çoban tutulmazdı. Herkes sahip olduğu hayvan sayısına göre keşikleme çobanlık yapar, kendi yapamazsa bedeli karşılığında bir başkasını çoban tutardı. Analarını emmelerini önlemek için kuzular koyun sürülerine katılmazdı, aksi halde insanlar sütsüz kalırlardı. Koyun çobanları da sürülerini sabahları Sığır Harmanı’nda toplar, sığır sürüsünün otlatıldığı yerlerde otlatır, öğle vakti sıcak çökünce bir meşe ya da söğüt ağacının altına götürüp yatırır, sıcak geçince kaldırıp yakındaki bir su kaynağına, genellikle de göle götürüp suladıktan sonra otlatmaya devam eder, akşam olunca da köye getirip salıverirdi. Tıpkı sığırlar gibi onlar da evlerinin yolunu kendileri kolayca bulurdu.
            Az önce söylediğim gibi, kuzular; öküz ve boğalar sürüye katılmazlardı. Kuzular genellikle ailedeki küçük çocuklar, koyunlar ve öküzler ise gençler ya da yetişkinler tarafından güdülürlerdi (otlatılırlardı).
            Kış geldiğinde ise koyunlar ağıllarda, sığırlar ahırlarda arpa, yulaf, mısır vb.  eklenmiş ot ve samanla beslenir, kuyu başlarındaki yalaklara götürülüp sulanır, aynı zamanda da gezdirilirlerdi.

Harman Sonu Yapılan İşler
            Her yıl harmandan sonra sıra bulgur kaynatmaya, tarhana yapmaya ve pekmez kaynatmaya gelirdi. Biz çocuklar bunları sabırsızlıkla beklerdik.
             Bulgur kaynatma zamanı yaklaşınca Bağ Sokağı’ndaki badem ağaçlarından badem toplar, kırıp içlerini çıkarır, iplere gerdanlık gibi dizerdik. Taze bulgurla (kaynatılmış buğday, hedik) birlikte badem yemenin tadı bir başka olurdu.

Bulgur kaynatma

            Bulgur kaynatmaya Hamza amcamla birlikte giderdik. Kağnılara gerekli olan şeyleri yükledikten sonra kendimiz de binerek Sülükçe’ye inerdik. Orada ocaklar yakılır, üzerlerine kazanlar oturtulur, kazanlara su ve yıkanmış buğday doldurularak kaynatmaya başlanırdı. Arada sırada karıştırılarak pişirilen buğdaylar önce süzülür, sonra da yere serilmiş bezlerin üzerine yayılarak kurumaya bırakılırdı. Buğdayların kuruması birkaç gün alırdı. Bu arada zaman zaman karıştırılmaları gerekirdi.

Dibek dövme

            Kurutulan buğdaylar daha sonra hafif nemlendirilerek köy malı olan dibek taşında dövülürdü. Dövme işi birkaç kadın tarafından “solgu” denilen iri ağaç tokmaklarla yapılırdı. Dövme bitince buğdaylar yeniden kurutulur, daha sonra da savrularak kepeklerinden ayrılırlardı. Bu hale getirilmiş buğdaydan doğrudan aşure ya da çorba yapılabildiği gibi, değirmende öğütülerek yarma ya da bulgur da yapılabilirdi.
            Tarhana yapmak, tıpkı bulgur kaynatmak gibi yetişkinler için meşakkatli olsa da, biz çocukların çok hoşuna giderdi. Anam tarhana için bir yaz boyu tulukta yoğurt biriktirirdi. Tarhana yapılacağı zaman geniş kaplara alınan yoğurt önce ezilip sulandırılarak ayran haline getirilir, sonra da tufranda sallanarak yağı alınırdı. Yağı alınan ayran kazanlara konularak ısıtılır, ılıdığı zaman hem üzerine yavaş yavaş buğday yarması dökülür hem de tahta bir kürekle sürekli karıştırılırdı. Karışım kaynayarak istenen kıvama gelince kazan indirilir ve soğumaya bırakılırdı.
            Yeni pişmiş tarhana tavada tereyağıyla kavrulunca çok lezzetli olurdu. Zaten çocuklar olarak tarhana yapımını dört gözle beklememizin en önemli nedeni de buydu.
            Pişmiş tarhana bir süre bekleyip soğuduktan sonra kadınlar bir araya gelir, tarhanadan ufak parçalar alarak onlara şekil verirlerdi. Çocukluğumda köyümüzde yapılan tarhanalar, sol elin parmakları bitiştirilip yukarı doğru büzüldüğünde avuç içinin aldığı şekil neyse o şekilde olurdu, çünkü kadınlar tarhanaya şekil verirken sol ellerini kalıp gibi kullanırlardı (tabi solak olmayanlar). Sonradan işin kolayına kaçıldı, tarhanaya, mayalı ekmek gibi açılarak yuvarlak bir şekil verilmeye başlandı. Şekli ne olursa olsun tarhananın incesi makbuldür, çünkü ıslatması, kızartması ve yemesi daha kolaydır.

Tarhana yapma

            Şekil verilen tarhanalar hasır ya da bezler üzerinde kurutulduktan sonra bez çuvallara konularak saklanırdı. Kuru tarhanadan çorba yapılır ya da kış gecelerinde sobada kızartılarak yenirdi.
            Pekmez kaynatmaya gelince, bunu herkes değil, bağı olanlar yapardı. Bağ bozumunda, çeşme yalağı gibi gideri olan ahşaptan yapılmış yaklaşık 1-1,5 m eninde, 3 metre boyunda ve 1 m yüksekliğinde olan şarahmana kağnıya yüklenerek bağa götürülür, sepetlere toplanan üzümler şarahmanaya boşaltılırdı. Şarahmana dolunca evin bahçesine getirilir, çizmelerle çiğnenerek üzümlerin şırası, yani suyu çıkarılırdı. Şarahmanadan akan şıra kazanlarda toplanarak kaynatılır, bu arada ekşiliğini gidermek için şıraya belli oranda (100 kilo şıraya 3-4 kilo) pekmez toprağı ya da kül eklenirdi. Şıra kaynadıktan sonra ocaktan alınır, temiz bir kaba aktarılır ve en az 5-6 saat dinlendirilirdi. Dinlenme esnasında dibe çöken tortu bırakılarak şıra tekrar kaynatma kazanına alınır ve kaynatılırdı. İstenen kıvama gelince de ocaktan indirilir ve saklama kaplarına konurdu.

Şarahmanada çizmelerle ezilerek üzümlerin şırası çıkarılırdı

Yardımlaşma
            Biri, başka birinin işine genellikle para için değil, “ödünç” giderdi. Yani, “bugün sana, yarın bana” demekti bu. İşler genellikle böyle yardımlaşılarak, para verilmeden yürütülmeye çalışılırdı.
            Ekin biçme, sap çekme, bağ bozma gibi bir ailenin tek başına yapmakta zorlanacağı tarım işlerinde aileler yardımlaşır, önce birinin, sonra da diğerlerinin işini birlikte yaparlardı. Kerpiç keserken, ev yaparken de böyleydi.
            Yardımlaşılan işlerde, ev sahibesi, yardıma gelenlere misafir gibi davranır, onlara yapabildiği en güzel yemekleri yapar, bulabildiği en güzel yiyecekleri sunardı. Yemek dışında da, zaman zaman, çay ya da ayran ikram ederdi. O günlerde kötü bir adet de vardı: Çalışanlar için sigara bulundurulurdu.

Değiş Tokuş
            Çocukluk yıllarım yokluk yıllarıydı. Her aile kendi yağıyla kavrulmaya çalışırdı. Önceki yıllar daha da kötüymüş! Savaş yılları ne de olsa…“Köylünün cebinde askerdeki oğluna mektup göndermek için pul alacak para bile yoktu!” diye anlatırdı babam.
            Cepte para olmayınca da herkes ihtiyacı olan şeyleri mümkün olduğu kadar kendi üretmeye çalışır, üretemediklerini de ürettikleriyle değiştirirdi. Birinin fasulyesi yok buğdayı varsa fasulyesi olup buğdayı olmayan başka biriyle değiş tokuş ederdi. Yumurta ise o yıllarda neredeyse para gibi bir şeydi. Bakkaldan olsun,  seyrek de olsa köye gelen çerçilerden olsun yumurta ile alışveriş yapılabilirdi. Hatta çocukluğumun ilk yıllarında bizim bakkalda yumurtadan başka buğday da para olarak kabul edilirdi. Babam biriken yumurtaları büyükçe olan boş cam sandıklarına sıra sıra dizer, aralarına kırılmamaları için saman koyar, sandıkların ağızlarını tahtayla kapatıp çiviler, “şehir”e (il ve ilçelere, özellikle de Beyşehir’e sadece ‘şehir’ denilirdi) mal almaya gittiğinde onları da götürüp satardı. Hatta bu,  abim ve amcamla birlikte Beyşehir’de ortaokulu ve liseyi okuduğumuz yıllarda da devam etti. Babam, o zamanlar, alıcının ıskartaya çıkardığı kırık yumurtaları eve getirirdi. Yanına bir de helva satın alıp gelmişse biz de bayram ederdik! Bakkalda mal karşılığı kabul edilen buğdaylara gelince, onlar da yazın sürüleriyle yöremize gelen Yörüklere satılırdı.
            Değiş tokuş sadece bir köyde oturanlar arasında değil, köyler arasında da olurdu. Öyle ki, bizim köye Kurucaovalılar elma, Bademliler kiraz, Gartozlular (Yakalılar) ceviz, hatta yazın kıl çuvallarda kar getirerek bunları gereksinimleri olan ürünlerle değiştirirlerdi. Bizim köylüler de başka köylere dut, domates vb. götürürlerdi. Konuk olunan evin sakinleri değiş tokuşa yardımcı olurlardı.

Babamın Bakkal Dükkânı
            Dükkân ben doğmadan çok önce açılmış. İlk açıldığı yıllarda tuz, gaz, kibrit vb. gibi zorunlu ihtiyaç maddeleri bulundurulurmuş. Zaten köylüde de daha fazlasını alacak para yokmuş.
            Benim çocukluk yıllarım biraz daha iyiydi. Beyşehir’e eskiden olduğu gibi kayıkla değil motorlu gemiyle gidilip geliniyordu. Şarkikaraağaç yolu da açılmıştı. Yol iyi değildi, düzenli otobüs seferi falan yoktu, ama seyrek de olsa motorlu araçlar gidip gelebiliyordu.
            Zaman zaman köyde başka dükkânlar da açıldı, fakat hiçbiri bizimki kadar uzun ömürlü olmadı. Babam işini seven, bilen, güvenilir biriydi. Köylünün gereksinimi olan her şeyi bulundururdu. Tuz, yağ, şeker, çay, gaz yağı, lokum, bisküvi, sigara, elbiselik kumaş, ayakkabı, çivi, burgu, eğe, keser, kazma, kürek, kosa, saban demiri, pulluk, yular, urgan, sicim, kazma, çakmak taşı (düven için), defter, kalem, asprin, gripin ve köylünün o günlerde gereksinim duyduğu ne varsa dükkânda vardı. Hatta babam mevsimine göre portakal, karpuz, mersin bile getirirdi. Aynı zamanda tarım ile de uğraştığımızdan domates, üzüm gibi kendi ürettiğimiz ürünleri de dükkânda satardık. Müşterilerimiz de köyümüzle sınırlı değildi, civar köylerden de gelenler olurdu.
            O yıllarda veresiye çok olurdu. İki tür veresiye defterimiz vardı. Biri arada bir veresiye alış veriş yapan ve kısa sürede ödeyenler içindi. Müşterinin adı, soyadı ve borcu deftere yazılır, ödediğinde üzeri çizilirdi. İkinci defter düzenli müşteriler içindi. Bu defterde her müşteri için ayrı bir sayfa açılır, yaptığı her borç ya da ödeme bu sayfaya kaydedilirdi.
            Babam sadece bakkal değildi. Aynı zamanda köylünün “Emniyet Sandığı”ydı.  Parası olup da saklamakta sorun yaşayanlar parayı istedikleri zaman geri almak üzere babama teslim ederlerdi. Acil paraya ihtiyacı olanlar da borç isterlerdi. Babam özellikle Aydın yöresine ya da yurt dışına çalışmaya gidenlerin borç isteklerini geri çevirmezdi.
            Babam mal almak için genellikle Beyşehir’e giderdi. Gemiyle pazartesi günü gider salı günü dönerdi. Listesindeki malları almak için birçok dükkân dolaşması gerekirdi. Döneceği gün bir at arabası kiralar, satın aldığı malları ona yükleyerek iskeleye getirir, sonra da gemiye taşırdı. Biz ise o gün kağnı ile Sülükçe İskelesi’ne iner, gölde gemiyi gözlerdik. Gemi ufukta bir nokta gibi belirir, yaklaştıkça büyür ve sonunda iskeleye yanaşırdı. Eşyaları önce gemiden kıyıya indirir, sonra da kağnıya yükleyerek geri dönerdik. 
            Babamın yılda bir de olsa Aydın tarafına gittiği de olurdu. Nereye gittiğini tam olarak bilmezdik, ama oralardan zeytinyağı, incir, zeytin ve orak taşı getirirdi. Orak taşı orak ve kosa bilemeye yarardı ve kilo ile satılırdı. Babam bir kez de Serik tarafına gitmiş, oradan satıp para kazanmak amacıyla, kestirme yollardan sürerek on kadar tosun getirmişti.
            Dükkânda bize de iş düşerdi. Tekel bayi Yenişarbademli’de olduğundan zaman zaman abimle oraya sigara almaya giderdik. Çuvallara koyduğumuz en az onar kilo sigarayı sırtımızda getirirdik. Babam bizim olmadığımız zamanlarda bu işi urgancı Halil Ağaya yaptırırdı. Ayrıca Kurucaova ve Yenice’ye yumurta toplamaya ya da daha önce toplanmış olanları getirmeye giderdik. Yenice’de Musa dayı babam için yumurta toplardı. Yumurtaları sepetlerde taşırdık. Yolda sepetler gittikçe ağırlaşır, sanki kollarımız kopardı.
            Babam mal almak için dışarıya gittiğinde ya da köyde olduğu halde başka bir işi çıktığında dükkânı beklemek anama, abime ya da bana düşerdi.  Abim ve ben birbirimizin yanında dükkândaki yiyeceklerden alıp ağzımıza atamazdık. Onlar bizim yememiz için değil satmamız içindi. Öyle terbiye görmüştük. Yine de yalnız olduğumuzda lokum, şeker vb. atıştırırdık.
            Seyrek de olsa bazı müşterilerimizin dükkândan bir şeyler çaldıklarına da tanık oldum. Sigara aşıranı, çaktırmamaya çalışarak şekerli leblebi hapazlayıp cebine sokanı, tüfek fişeğini yenine gizleyeni gördüm, ama ses çıkarmadım. Belki çocuk olduğum için bir şey diyemedim, belki utandırmak istemedim, belki de bu davranışlarını anlayışla karşıladım. Kaldı ki ben bile kendi dükkânımızdan zaman zaman bir şeyler aşırmak zorunda kalıyordum. Bunlardan birini hala o gün duyduğum utançla birlikte anımsarım. Bir gün canım tatlı çekti. Dükkâna gittim. Dükkânda abimle amcam vardı. Müşteri kısmındaki kerevete oturdum. Burada hem oturulur hem de babamın mal almaya gittiği zamanlarda gerekirse gece yatılırdı. Kerevetin dükkân eşyaları bulunan tarafında toz şeker, kesme şeker, şekerli leblebi gibi yiyecek dolu çuvallar vardı. Eskiden kesme şeker çuvallarda satılırdı. Ben önce de yaptığım gibi gözümle abim ve amcamı izleyerek elimi kesme şeker çuvalının bulunduğu yere götürdüm, bir avuç alarak hızla cebime attım. Avcuma alırken şekerlerin ufalanmış olduğunu hissettim, ancak bu olağandı. Çuvalda şeker azaldıkça kırıklar çoğalır ve dibe çökerdi. Şekeri cebime koyduktan sonra dükkânda fazla beklemeden dışarı çıktım ve evin bahçesine gittim. Duvar kenarındaki ayva ağacının altına varınca cebimden birkaç parça çıkararak birini ağzıma attım, ancak ağzıma atmamla tükürmem bir oldu. Damağımda şeker değil tuz tadı vardı. Elimdekilere baktım, gerçekten bunlar şeker değil iri tuzdu. Onları hemen yere fırlattım. Cebimdekileri de dökerken arkamdan biri şöyle seslendi: “Lan oğlum oraya dökme, ayva ağacını kurutacaksın!” Dönüp baktığımda abimle amcamın yılışarak halime gülüştüklerini gördüm. Çok mahcup olmuştum. İşin içyüzünü yine onlardan öğrendim: Benim daha önce de kesme şeker çaldığımı görmüşler, kesme şeker çuvalı ile iri tuz çuvalının yerini değiştirerek bir dahaki sefere bana tuzak kurmuşlardı. Ben tuzağa düşünce de çaldığım şeyin şeker değil de tuz olduğunu fark ettiğimde tepkimin ne olacağını merak edip sinsice beni takip etmişlerdi.
            Ülke genelinde düşünüldüğünde babam zengin, hatta orta halli biri bile sayılmazdı. Biraz da onun bunun emanet ettiği paralarla işlerini çeviriyordu. Buna karşın herkes babamı zengin bilirdi. Bu belki de anlaşılır bir şeydi. Köylük yerde kimse kendini Vehbi Koç ile kıyaslamıyordu, zaten çok kişi dışarda ne olup bittiğinin farkında bile değildi. Herkes kendisini komşularıyla ya da yakınlarıyla kıyaslıyordu. Gerçekten bu açıdan bakınca babam zengin sayılırdı, çünkü çevrede en iyi durumda olanlardan biriydi. Belki kendisi de öyle düşündüğü içindir ki her yıl düzenli olarak malının zekâtını verirdi. Kabaca bir hesapla ne kadar zekât vermesi gerektiğini saptar, ona göre kiminin defterden borcunu siler, kimine yiyecek ve giyecek olarak yardımda bulunurdu. En önemlisi yaptığı yardımı dillendirmeden yapardı. Zenginliğin sadece maddi zenginlikten ibaret olmadığını, gönül zenginliğinin de en az onun kadar önemli olduğunu gösteren bu tutumda, kuşkusuz, yüzyıllardır süregelen, ancak son yıllarda etkisini yitirmeye başlayan geleneğin de etkisi vardı.

Gurbetçi Köylüler
            İnsanlar, civarda para kazandıracak fazla bir iş olmadığından, para kazanmak için başka yerlere, özellikle de Teke (Antalya) ve Ege taraflarına gider, oralarda birkaç ay kalıp çorun çocuğun nafakasını çıkartmaya çalışırlardı. Onlar oralarda çalışırken geride kalanlar bakkala borçlanırdı. Kendileri de önceden borçlu oldukları, hatta oralara borç bulup gittikleri için kazandıkları para borçlarını kapatmaya ancak yeterdi. Gittikleri yerlerde genel olarak pamuk, zeytin ve narenciye bahçeleri ile zeytinyağı fabrikalarında çalışırlardı. Giderken yataklarını da yanlarında götürürler, vardıkları yerlerde kendilerine gösterilen izbeliklerde yatarlardı. İbiş dayımın da aralarında bulunduğu köyümüzden böyle bir gurbetçi grubu, dönüş yolunda, Beyşehir’de okurken kaldığımız kırık dökük eve konuk olmuşlardı da dışarıya yataklarını serip yatmışlardı. Zaten o yıllarda bir kimse kente gittiğinde zorunlu olmadıkça han ya da otelde kalmaz, orada bir köylüsü varsa onu arar bulur, onda kalırdı. Bu durum o zamanlar olağan karşılanırdı.
            İş için başka yerlere gidip oralarda uzun süre kalanlar, hatta oralarda evlenenler de olurdu.  Bunlara, gidip bir süre çalıştıkları ya da gelin geldikleri yerlerden kaynaklanan Atçalı, Tekeli, İzmirli, Tireli, Aydınlı gibi lakaplar takılırdı. Örneğin, eşimin amcalarından biri Atça’da bir süre çalışıp döndükten sonra ”Atçalı Hasan” olmuştu. Köyümüze bir zamanlar gelin gelmiş yaşlı bir teyzeye de biz sadece “Aydınlı Ebe” derdik, gerçek ismini bile bilmezdik.
            1960’lı ve 1970’li yıllarda köyümüzden 5-10 kişi Avrupa ülkelerine çalışmaya gitti. Bunların hepsi Almanya’ya gitmese de biz onları hep “Alamancı” bilirdik. Yurt dışına gidenler asker uğurlanır gibi uğurlanırlardı. İzinli olarak gelmeleri de ilgiyle karşılanırdı. Bütün köylüler onlara hoş geldin ziyaretine giderlerdi. O zamana kadar görmedikleri bazı şeyleri de bu vesileyle görmüş olurlardı. Çoğu poşet çayı, neskafeyi ilk defa bu ziyaretleri sırasında içmiş, bazı elektronik eşyaları ilk Alamancılarda görmüşlerdi. Kimse onların yabancı diyarlarda ne çektiklerini bilmez, aksine herkes onların yerinde olmak isterdi. Eş dost onlardan hediye bekler, onlar da bu beklentiyi karşılamak için naylon gömlek, lastikli kravat, şifon vb. gibi nispeten ucuz eşyalarla dolu birkaç valizle gelirlerdi.
            Alamancıların hepsi zamanla geri dönüş yaptı. Kazandıkları parayla kimi evini onardı, kimi yeni ev yaptı, içlerinden biri minibüs, birkaçı traktör ve arazi aldı. Sadece kazanıp getirdikleri parayla değil, aynı zamanda çalıştıkları ülkelerde edindikleri bilgi ve deneyimleriyle de köyümüzün gelişmesine katkıda bulundular.


Avrupa'ya çalışmaya gidenler asker gibi uğurlanırlardı

İstenmeyen Olaylar
            Arada sırada düşmanlıklar da olurdu. Bunlar genellikle geceleyin ev yakmak, temel (bahçeleri birbirinden ayıran alçak taş duvarlar ile bunların üzerine insan ve hayvanların geçmesini engellemek için başka yerden biçilip getirilerek konulan dikenli çalıların oluşturduğu yapı) yakmak, tarladaki ekini ya da harman yerindeki ekin yığınını yakmak, meyve ve genç kavak ağaçlarını kesmek biçiminde kendini gösterirdi. Babamın anlattığına göre, bir zamanlar bizim de Afyonluk mevkisindeki haşhaşımızı daha olgunlaşmadan biçmişlerdi. Ertesi sabah haber alıp gittiklerinde, biçilmiş haşhaş sapları arasında biçilmiş kocaman bir yılan da görmüşlerdi!
            Gece vakti bir şey ateşe verildiği zaman alevler göğe yükselir, ortalık kızıla boyanırdı. Yangını fark edenler feryat figan yangını söndürmeye giderler, ancak çoğu zaman iş işten geçmiş olurdu. Yangını söndürmeye gidenler arasında,  kendinden kuşku duyulmaması için, büyük bir olasılıkla yangını çıkaran da bulunurdu. Belki de o, yangını söndürmek için en fazla çaba harcayanlardan biriydi!
            O devirde yöremizde hırsızlık olaylarına da rastlanırdı. Hırsızlar dükkân soyarlar; koyun, keçi çalarlar; evlerden kağnı dâhil işlerine yarayacak ne varsa alıp götürürlerdi. Hırsızlardan bazıları aynı zamanda belalı insanlardı. Malını çaldıklarını kesin bilsen de yüzlerine karşı bir şey diyemezdin! Nitekim bizim köyden Azmi dayı bu hırsızlardan birinin evine misafir olduğu zaman misafir odasında serili olan ve o an üzerinde oturduğu keçelerin daha önce evinden çalınan kendi keçeleri olduğunu fark etmişti de gıkını bile çıkaramamıştı.
            Dükkânımız olduğu için biz de hırsızlardan çok korkardık. Babam, burguyla delip açmasınlar diye dükkân kapısını ve pencere kepengini kalın saçla kaplamıştı. Ayrıca, mal getirmek için Beyşehir ya da Şarkikaraağaç’a gittiğinde, boş tenekeleri pencerenin iç tarafına dayardık. Eğer hırsız, dışarıdan açmak için kepenk ya da pencereyi zorlarsa tenekeler düşüp ses çıkaracak, biz de “tehlikenin pencerede” olduğunu bilecektik. Bu o günün olanaklarına göre düşünülmüş bir alarm sistemiydi. Bazen bununla da yetinmez, dükkânda yatardık.
            Sık olmasa da hırsızlardan birinin gündüz vakti dükkâna alışverişe geldiği de olurdu. O zaman ona son derece saygılı davranır, lokum ikram ederdik. Belayı savuşturmak için bu biçimde davranmanın daha uygun olacağını düşünürdük.
            1960’lı yıllarda yöremizden birçok köylü Almanya, Fransa, Hollanda gibi Avrupa ülkelerine çalışmaya gitti. Onların yolladıkları paralar ve ülkemizdeki genel ekonomik gelişmeler sayesinde geçim durumu zamanla nispeten iyileşti. Sonunda hırsızlık olayları hemen hemen tamamen ortadan kalktı, düşmanlıklar ise azaldı. Artık ev, temel, ekin yakma; ağaç kesme gibi olaylara rastlanmıyor.
 
Araçlar
            Aşağıda daha önce hiç ya da yeteri kadar değinmediğim bazı araçlara yer vereceğim. 

 
Bıçkı: Tahta ya da ağaç biçmeye yarayan, karşılıklı iki sapı olan ve iki kişi tarafından kullanılan büyük testere.
Boyunduruk: Çift süren ya da kağnıya koşulan hayvanların boyunlarına konulan ağaçtan yapılmış bir araçtır. Kağnının oku boyunduruğa kayışla bağlanır. Boyunduruk takılırken, hayvanların boyunlarının boyunduruğun iki yanındaki kavisli çubukların arasına gelmesine dikkat edilir. Bu çubuklara köyümüzde “zebile” denir. Akseki civarında “zevle” deniliyor. Zebilelerin uçları hayvanın boynunun altında birleştirilir ve sağlam bir iple sıkıca birbirine bağlanır.
Çıkrık: İplik bükme, iplik sarma vb. işlerde kullanılan, el veya ayakla çevrilen dolap.
Dergi: Hasattan sonra tarla yüzeyinde kalan ekin saplarını dermeye (toplamaya) yarayan ağaçtan yapılmış bir çeşit tırmık.
Dirgen: Genellikle harmanda sapları yaymaya yarayan ağaçtan ya da demirden, çatallı bir tarım aracı.
El değirmeni: Yarma ve bulgur yapmak için kullanılır. Ortası delikli 40-50 cm çapında iki yuvarlak taşı vardır. Altta kalan taşın ortasında demirden ya da sağlam ağaçtan bir ok bulunur. Üstteki taşın deliği okun kalınlığından daha geniş olduğu için, üsteki taş kolundan tutulup döndürüldükçe, üstten dökülen taneler okla deliğin çeperleri arasında kalan boşluktan aşağı doğru akarak taşların arasına girer ve orada kırılır.
Gaz ocağı: Gaz yağı ile yanan ocak.
Kahve değirmeni: Kahve çekmeye yarayan araç.

Kaşağı: Hayvanları tımar etmek için kullanılan madenî dişli araç.
Kırklık: Koyun ve kuzuların yününü kesmeye yarayan araç.


Sürge: Sürgü ya da tapana köyümüzde “sürge” denir. Tarlayı düzlemek ya da atılan tohumu örtmek için kullanılan, lata biçiminde, altı dişli ağaçtan yapılmış bir araçtır.
Sürtek: Genellikle haşhaş sürtmek için kullanılır. Yaklaşık 40 cm uzunluğunda, 30 cm eninde düz bir taş ile altı düz, üstü tümsek daha küçük bir başka taştan ibarettir. Haşhaş kavrulur, geniş düz taşın üzerine azar azar dökülür,  küçük taşla sürtülerek ezilir.
Tengerek: Elde yün eğirmek için kullanılan bir araç.
Tokaç (köylü ağzında tokucag): Çamaşır yıkarken kullanılan tahtadan yapılmış yassı tokmak.
Tokaç taşı: Üzerinde tokaçla çamaşır yıkanan yassı taş.
Tufran: Topraktan yapılmış küpe benzeyen bir çeşit yayıktır. Gövde kısmında iki kulpu vardır. Kulplar arasında bez tıpa ile kapatılan bir de delik bulunur. İçine yoğurt ve su konulduktan sonra genellikle deriden bir kapakla ağzı kapatılır. Daha sonra yere yatırılır, ağız tarafına dizüstü oturularak iki kulpundan iki elle tutulur ve ileri geri hareket ettirilerek içindekiler çalkalanır. Ara sıra deliğin tıpası çıkarılarak çalkalama işleminin yeterli olup olmadığına karar verilir. Bu işlem sonucunda hem ayran hem de tereyağı elde edilir.
Tuluk: Bazı yiyecek ve içecekler için koruyucu kap olarak kullanılan, önü yarılmadan bütün olarak yüzülmüş hayvan derisi.


4 yorum:

  1. Çok güzel özetlemişsiniz, anlaşılır ve sade bir dille.Günümüz çocukları bunların hiçbirini bilmiyor buda günümüz teknolojisinin kaybettirdikleridir.Yüreğinize kaleminize sağlık.

    YanıtlaSil
  2. MEHMET ABİ MERHABA ; TAMAMEN TESADÜFEN LİNKDEKİ ÇOCUKLUK ANILARINIZI GÖRDÜM VE İLGİYLE OKUDUM. O YILLARIN YALIN SADE VE İÇTENLİĞİNİ ÖZLEMLE İÇİNDE YAŞATAN BİR KİŞİ OLARAK ; BU BİLGİLERİ KALEME ALIP PAYLAŞIMA AÇTIĞINIZ İÇİN TEŞEKKÜRLERİMİ İLETİR , SİZLERİ TEBRİK EDERİM. BELKİ BİR ÇOĞUMUZ BU BİLGİLERİ YA YAŞAMIŞ , YA DUYMUŞ YADA DİNLEMİŞTİK ANCAK ; TEKNOLOJİ ÇAĞININ KİRLİLİKLERİ İÇİNDE YA UNUTULMUŞ YADA UNUTULMANIN AREFESİNDELERDİ. SAYENİZDE TEKRAR O GÜNLERİN MUTLU HEYECANINI YAŞAMA VE HİSSETME FIRSATI BULDUK ELLERİNİZE VE EMEĞİNİZE SAĞLIK ! SAĞLIK VE İYİLİK DİLEKLERİMİZLE ... HAKAN OKTAY

    YanıtlaSil
  3. Merhaba. Harika bir çalışma olmuş. Elinize, emeğinize, kaleminize sağlık.
    Mehmet ÖZKAN

    YanıtlaSil
  4. Bir çoğuna denk gelmiş kuşak olarak anılarım tazelendi bilmediklerim öğrendim yüreğinize sağlık Gülay Özkan

    YanıtlaSil